deredentepeden

30 Kasım 2007

KRAL BALIĞIN İNTİHARI (2)

Bazı dalları,gölet sularının üzerine düşen yaşlı söğüdün köklerinin altındaki boşlukta her sabahki gibi yine hareketlilik başlamıştı.

Gölete bırakıldığı günden beri,yaşamını ihtiyar söğüdün kökleri altındaki bu boşlukta sürdüren,göletin,en yaşlı,en büyük,en kilolu balığı sabah kahvaltısına çıkmağa hazırlanıyordu.21 yıldır hiç değişmeyen bu yaşam biçiminden bıkmasına rağmen yapacak başkaca hiçbir umarı yoktu.Artık göletin her yerini,her taşını,her kovuğunu ezbere biliyordu.

Halbuki yumurtadan çıktıktan sonra,sekiz ay gibi kısa bir süre yaşadığı ırmak hiç te öyle değildi.Her ne kadar bebekliği orada geçmişse de,annesi ve kardeşleriyle yaptıkları geziler ve gördükleri yerler yıllar yılı belleğinden silinemiyordu.İşte bu günlerin birinde tepelerine,o güne kadar hiç görmedikleri bir şey indi,anneleri daha deneyimli olduğundan,bu tepelerine inen nesneden kaçarak kurtulmayı becermişti.Bu,küçük küçük gözlerle örülmüş nesne şimdi her taraflarını çepeçevre sardığından kurtulmak için verdikleri emek tamamen boşa çıkıyordu.

O nesne ile birlikte sudan çıkarıldıkları zaman,apayrı bir dünya gördüler fakat her nedense yaşamları zorlanıyor gibiydi.Nesnenin içerisine uzanan bir el onları oradan alıp yine bir suyun içine bıraktı.Fakat bu su, bildiği ırmak gibi geniş değildi ve bu daracık yerde yüzlerce arkadaşı ile beraber kalmak zorundaydı.

Homur homur homurdanan bir gürültü eşliğinde bilinmeyen istikamete doğru yaptıkları yolculuk homurtunun susması ile birlikte son buldu.İki kişi birer sapından tuttuğu balık dolu büyük varille baraj göletinin kıyısına geldiler ve su ile birlikte balık dolu varili gölete boşalttılar.Gölete inen balıklar önce şaşkın şaşkın etraflarına bakındılar,burası yuvalarının olduğu ırmak değildi ama,yinede büyük bir su birikintisiydi.Göletin eski sakinleri,yeni gelenleri meraklı gözlerle bir müddet izledikten sonra,bazıları,onları yem zannedip saldırmak istedi.Bu arada,küçük balık etrafına topladığı 30-40 balıktan meydana gelen ekibin başına geçerek hem yeni yerlerini keşfetmek hemde barınacak bir yer bulabilmek için araştırmaya giriştiler.Bir süre sonra ,epeyce loş bir ortamın içinde olduklarının farkına vardılar,kendilerinden başka balıklar da vardı burada.Fakat bu karanlık yer sanki atıldıkları yerin sonu gibiydi.Küçük balık, grubundan ayrılıp daha aydınlık sulara doğru yüzmeğe başladı.İki metre gitmişti ki kendini yine aydınlık sularda buldu.Demek ki o loş ve karanlık yer kendileri için barınak olabilecek nitelikte bir yerdi.Hemen geriye,karanlığın içine dönerek arkadaşları ile birlikte o loş mekanın kendilerine göre en iyi yerini barınak olarak seçtiler.

İşte 21 yıldır bu barınakta,bu yaşlı söğüdün köklerinin altında yaşamını sürdürerek bu günlere gelmişti.Oysa beraber geldiği arkadaşları geldiklerinden bir müddet sonra birer ikişer kayboluyor ve hiç geri dönen olmuyordu.İlk zamanlar bu kaybolmalara hiç anlam veremedi,fakat daha sonra onları bekleyen bir sürü amansız tuzaklar olduğunu öğrendi.Çoğu kez arkadaşlarından bazıları gözünün önünde,bu tuzakların kurbanı olmuşlardı.Ara sıra kendisinin de bu tür tuzaklara düştüğü olmuşsa da biraz şansı birazda akıllılığı sayesinde kurtulmayı becermesine rağmen halen izlerini taşıdığı yaralar kötü anı olarak belleğinde kalmıştı.Bu nedenle beslenme konusunda çok seçici olmuş,uzun yıllardan beri ne kadar çekici olursa olsun tanımadığı maddelere burnunu bile sürmemişti.Yosunumsu bitkiler,göletin dip kayalarında ve kumluk bölgelerde oluşan midyeler ve küçük balıklarla beslenme sorununu çözüyordu.İşte,bu dikkati sonucu bu kadar uzun süre yaşamını sürdürebilmişti.

Gölette yaşayan tüm balıklar ve canlılar bu yaşlı balığı tanıdıkları gibi ona sınırsız bir saygı gösteriyorlar ve hemen her konuda hareketlerini örnek alıyorlardı.Ayrıca göletteki tüm canlılar onu rahatsız etmemek uğruna uygun olduğu halde barınağa dahi girmiyorlardı.

İşte sabahın bu erken saatinde yaşlı söğüdün kökleri altındaki devinim Kral balığın yeme çıkma hazırlığından başka bir şey değildi.Biraz sonra,iri cüssesi ile salına salına yuvasından çıkan kral,mağrur bir ifade ile etrafındaki irili ufaklı balıklara baktı,çoğu ile göz göze geldi,biraz daha küçük balılar ona yem olmamak için sağa sola kaçıştılar.Yine edalı bir tavırla hareket ederek yem aramağa başladı.Kenardaki yosunumsu bitkilerden bir parça,taşlara yapışmış midyelerden de bir iki tane kırıp yedi,fakat bu gün daha değişik tatlar arzu ettiği için sürekli arayış içindeydi.Arkasındaki balık sürüsü kralın korumasıymış gibi hep peşinden geliyor ve her yaptığı hareketi dikkatle izliyorlardı.

Göletin derinliklerinde bir parlaklık ilişti gözüne,yavaş yavaş o parlaklığa doğru indi,yaklaştığında,parlak oval bir cisim gördü.,biraz daha sokulup parlak cisme burnu ile dokundu,çok sert bir madde olan bu cismin yiyecek olması mümkün değildi.Yalnız parlak cisme dokunduğunda onunla beraber hareket eden dört köşe bir cismi farketti,ayrıca,bu yeni gördüğü nesneden ara sıra,kabarcıklarla birlikte minik minik parçalar uçuşuyordu,tüm tedbiri bir yana bırakıp biraz daha dibe inerek burnu ile o cismi kontrol etti,Dokunmasıyle birlikte cisimden ayrılan küçük parçacıkları ağzına aldığında tüm damağına nefis bir tat yayıldı.Hiç düşünmeden o cismin tamamını bir lokmada ağzına alıverdi,fakat damağında hissettiği acını sebebini anlayamamıştı ki,sanki bir kuvvet yemi ağzından almak istercesine çekiştiriyordu.Bu çekiştirme anında alt dudağının kıkırdak kısmında ve sol solungacına yakın bir bölgede de acı hissetmeye başladı.İşte o zaman tuzağa düştüğünü anlamıştı,ama tabi ki iş işten geçmişti.Yavaş yavaş yukarıya çekildiğini farketti,bir an karşı koymak istedi,fakat ağzındaki acı buna mani oluyordu.Onun için herşey bitmişti artık,o da diğer arkadaşları gibi gölete ve yaşama veda ediyordu.Ancak bu bukadar kolay olmamalı her şeye rağmen mücadeleyi elden bırakmamalıydı.Tüm yüzgeçlerini açarak yukarı doğru çekilmeye karşı koymaya çalıştı,biraz başarılı olduysa da tam anlamıyla karşı koyamıyordu.Kendini yukarı çeken gücün biraz azalmasını fırsat bilip hızla derinlere doğru dalıyorsa da akabinde yine yukarı çekilme işlemi devamına engel olamıyordu.Verdiği mücadelenin ölüm kalım mücadelesi olduğunu bildiği için bu tuzaktan bir şekilde mutlaka kurtulmalıydı.Ağzındaki acıyan yerlerde kanama başlamıştı,kanı görünce biraz daha karamsarlığa düştü,fakat daha da hırslandı.Bu güne kadarki tüm deneyimlerini ortaya koymaya hazırdı.Yukarıya doğru çekime karşı koymak için neler biliyorsa hepsini uyguluyordu.Yuvasına kadar gidebilseydi kendisini çeken nesneyi söğüt ağacının köklerine dolayıp o şekilde kurtulmayı deneyebilirdi ama şu an için bu imkansız görünüyordu.Onu takip eden balıklar,meraklı ve birazda üzüntülü gözlerle olanları izliyorlar,sanki yardım edememenin acısını hissediyorlardı.Verdiği mücadeleden epeyce yorulan kral yavaş yavaş kaderine razı olmaya başladı.Kendini çeken gücün etkisine pek fazla karşı koyamıyordu.Suyun yüzüne iyice yaklaşmış , sırt yüzgeçleri suyun dışına çıkmış,sahile ise 40-50 metre mesafe kalmıştı.Her şey bitiyordu artık,21 senelik yaşamı biraz sonra sona erecekti.Ufacık bir dikkatsizliği sonucu çok kötü tuzağa düşmüştü.Yenilgiyi bir türlü kabullenemedi.Ve bir ara son gayretle dönmeye çalışarak kocaman kuyruğunu suya vurup dalışa geçti.Yarasının tüm acısına ve kanamasına rağmen hızla dibe doğru gidiyordu.Bu arada baraj duvarının önündeki iki kaya gözüne ilişti.Onlara ulaşabilirse kurtulabilirdi,son bir gayretle,birbirlerine yapışık gibi duran kayaların arkasına attı kendini ve hemen iki kayanın altındaki çok dar bir yere solungaçlarına kadar başını soktu,hiçbir şekilde başını çıkarmayacaktı.Kendisini zorlayan gücün bir iki hamlesini, tüm ıstırabına rağmen boşa çıkardıktan sonra birden bire ağzı genişleyiverdi sanki.Kanayan yerleri de eskisi gibi acımıyordu.Sadece alt çenesinin bir kenarında boşluk hissetti,birde,sanki ağzının içinden sarkan bir bıyığı meydana gelmişti.Evet kurtulmuştu ama kanama halen devam ediyordu.Olduğu yerde bir müddet daha bekledi,tehlike geçmişti artık şimdi iki kayanın arasına sıkışan başını kurtarması gerekiyordu.Onun için de epeyce mücadele verdi ama sonunda onu da başardı.Yorgun ve yaralı bir şekilde yuvasına doğru yüzmeğe başladı.

Tam iki gün hiçbir şey yemeden ve yuvasından çıkmadan kendine gelmeğe çalıştı.Üçüncü gün sabahı iyice acıkan karnını doyurmak için yuvasından çıktı.Çevresinde toplanan hemcinslerine bile bakmadan midyelere yöneldi,ilk midyeyi ağzına aldığında midyeyi kırmak şöyle dursun tutmakta bile güçlük çekiyordu.Otlara yöneldi,belki onları yiyebilirdi.Ancak damağında oluşan büyük yarık ve ağzından sarkan ince bıyığı nedeniyle ot yemeyi de beceremedi.Tüm yiyebileceği küçük balıktı herhalde.Etrafında dolaşan sürüdeki küçük balıklara saldırdı,ancak onları yakalamaya bile gücü yetmiyordu.Ne olmuştu böyle,tuzaktan zor da olsa kurtulmuştu ama sonuç böyle mi olacaktı.”Bir müddet daha dinlenirsen,iyileşirim” düşüncesiyle yuvasına döndü.

İki gün kalabilmişti yuvasında,çok acıktığı için bir sabah tekrar çıktı ve yine ayni şeyleri denedi ama bir türlü olmuyordu ve bu gidişle de olacağı yoktu.Tuzaktan kurtulmuştu ama bu defa açlıktan ölecekti.Bu şekildeki ölüm, tuzak ölümünden bin beterdi.Çünkü hemcinslerinin gözünde o bir kraldı ve sonsuz saygınlığı vardı.”Açlıktan Öldü”diye anılmasına yüreği elvermiyordu.Keşke tuzaktan hiç kurtulmasaydı.O zaman verdiği mücadele kalırdı,hemcinslerinin belleklerinde.Şimdi ise pisi pisine bir ölüm;Açlık.Tekrar yuvasına döndü,ne yapabileceğini uzun uzun düşündü.Ve ertesi sabah yine mağrur bir şekilde yuvasından çıktı,tüm toplanan balıklara teker teker bakarak göletin derinliklerine doğru yüzmeğe başladı.Bir süre sonra dipte gördüğü parlak cisme yaklaşarak bir hamlede altındaki yemi ağızladı,hiçbir tepki göstermeden,hemcinslerinin hüzünlü bakışları arasında kendini çeken güce teslim oldu.

Dükkanın da oturmuş müşteri bekleyen balıkçının telefonu çalıyordu.Açtığında,telefonun öbür ucunda Motosikletli Balıkçı vardı.”Hemen gölete gel”dedi.Neden olduğunu sormaya bile fırsat kalmadan telefon kapanmıştı.Merakını yenemeyerek arabasına atladığı gibi göletin yolunu tuttu.Motosikletli balıkçıyı yine ayni yerde buldu.Motosikletli balıkçının eliyle işaret ettiği yere baktığında 6-7 kişilik bir topluluk gördü.”Hadi yanlarına gidelim,senin balığı tutmuşlar”diyen motosikletli balıkçı önde,o arkada topluluğun yanına geldiklerinde yerde yatan 32 kiloluk sazanı görünce,bir defa daha küfretti şansına.Balığın yanına sokuldu,alt dudağını ve ağzından sarkan kösteği görünce,onun,kaçırdığı balık olduğuna emin oldu.Balığı yakalayanın “ne oldu abi”sölerine yanıt bile vermeden arabasına binip hızla uzaklaştı.

28 Kasım 2007

KRAL BALIĞIN İNTİHARI (1)

Balıkçı,baraj göletine ulaştığında hava yeni yeni aydınlanıyordu.Arabasının bagajından çıkardığı oltalarına teker teker kontrol etti,noksanlarını tamamladı ve mısır ayçiçeği karışımı küspe yemlerini ek yerlerinden bir birinden ayırıp,uzun bıçağı ile yemlerin iki tarafında çentik açtıktan sonra itina ile oltasına sıkıca bağlayıp yemin alt tarafına doğru sarkmış ve oltanın bedenine 10 cm.lik kösteklerle bağlı iğnelerini düzeltip,kamışındaki makaranın makanizmasını ters yönde iterek kamışın ucandan tutup olanca gücüyle barajın lacivert sularına fırlattığı oltası,ucundaki kurşunun da etkisiyle 100 metreye yakın bir uzaklığa kadar gitmişti.Tüm bu işlemleri diğer oltaları için de tekrarladı.Kamışlarını,daha önce sahile diktiği 20-30 cm.yüksekliğindeki madeni kamışlıklara taktı ve her oltanın alarm zillerini de kamışın üzerinden giden misinaya iliştirdikten sonra berrak baraj suyunda ellerine yıkadı ,bir iki defa da yüzüne su serpti ve ağır adımlarla arabasının bagajına yöneldi.Bagajdan önce bir kilim ve iki minder alıp oturmak için uygun bir yer aradı.Koruluğun kenarındaki meşe ağaçlarının altları tam istediği gibiydi.iki meşe ağacının arasına kilimini serdi,minderleri yerleştirdi ve tekrar arabaya giderek bagajdan iki termos,küçük sepet ve birde naylon poşet alıp geri döndü.Sepetten karısının koyduğu yiyeceklerden kahvaltılık olanları çıkartıp kilimin üzerine serdiği gazetelerin üstüne bıraktı.Poşetten çıkardığı domates,biber ve salatalıkları su ile çalkalayıp naylon tabağa doğradı.Peynirini dilimledi,iri ve zeytinyağın içinde yüzen yeşil zeytinlerin kapağını açtı,gelirken en yakın köyden aldığı sıcacık ekmeğini dilimledi ve termostaki çayından büyük su bardağına koyduktan sonra kahvaltısına başladı.Karısının kahvaltı için yaptığı börekleri daha sonraya sakladı.

Bu arada,uzaktan gelen motosiklet sesi gittikçe yaklaşıyordu.”Yeni bir balıkçı geliyor”dedi,kendi kendine.Sesin geldiği yöne dikkatlice bakınca,toz bulutunun içinden kırmızı bir motosiklet göründü.

Az sonra motosikletli adam yanına gelip durdu,selamlaştılar,balıkçı kahvaltıya buyur etti.Önce biraz nazlandıysa da daha sonra gelip oturdu.Termostan ona da bir çay koydu.Hafiften başlayan sohbet tam koyulaşacaktı ki balıkçının oltalarından birinin alarmı çalmağa başladı.Telaşla oltaya doğru koşturan balıkçı,en baştaki kamışı yerinden çıkartıp yukarıya doğru çekti ve makara ile misinayı sarmağa başladı.Kamışı zorlamadığına göre oltanın ucundaki küçük bir balıktı ve yanılmadığını 10-12 cm.lik sazan balığını dışarıya çıkarttığında anladı.Dikkatlice oltadan çıkarttığı balığı gölete saldı.Geri döndüğünde,motosikletli balıkçı oltalarını hazırlayıp göle atmıştı bile.Kahvaltılıkları toplayıp sepete koyduktan sonra meşe ağacının dibine çektiği minderine oturup bir bardak kendine bir bardakta motosikletli balıkçıya çay koydu,yaktığı sigarasından derin derin birkaç nefes çekip göletin lacivert sularını seyre koyuldu.Hafif hafif esen sabah melteminin kırıştırdığı sulara vuran güneş,sanki su ile dans ediyordu.Çok güzel bir manzara vardı.Yıllar yılı işte bu güzellikler cezbetmişti onu. Şöyle bir düşündü,yaklaşık 15 yıldır amatörce ve kurallara uygun olarak yapıyordu balık avcılığını,tuttuğu balıklardan hafızasına yer edenler geldi gözünün önüne,tatlı sularda yaşayan balık çeşitlerinin pek çoğunu avladığı halde,diğer amatör balıkçıların,ballandıra ballandıra anlattıkları o 15-20 kiloluk yayın ve sazanlardan hiç avlayamamıştı.Bu güne kadar tuttuğu en büyük balık 6 kilo civarındaki yayın balığı idi.Halbuki balık avı ile ilgili kullandığı tüm aparatları en iyisi olduğu halde eksiklik nereden geliyordu.Belki şans diye düşündü.Her nedense bu konudaki şanssızlığını bir türlü yenememişti.Aslında anlatılanların abartılıp abartılmadığını dahi aklına getirmiyordu.

Motosikletli balıkçının ikram ettiği üzümü yerken birdenbire ona dönüp,ne zamandan beri balıkçılık yaptığını sordu.20 sene, cevabını alınca,bugüne kadar avladığı en büyük balığın kaç kilo olduğunu öğrenmek istedi.”10 kiloluk sazan balığı” cevabını alınca, için için kızdı kendine ,şansına küfretti.Hemen konuyu değiştirdi.Aralarındaki sohbet devam etmesine rağmen kendini bir türlü sohbete veremiyordu.Takmıştı kafasını bir kere büyük balığa, neredeyse komplekse girecekti.Bu arada motosikletli balıkçının oltalarından birinin alarmı çaldı,onunla beraber oltaların yanına gittiler,çekilen oltada yaklaşık 1,5 kiloluk aynalı sazan vardı.Balığı oltadan alıp göletin içindeki telden livara koyan motosikletli balıkçı ellerini gölet suyunda yıkayıp,yüzündeki mutlu bir ifadeyle derin bir oh çekti.

Akşam olmak üzereydi.Balıkçı o saate kadar ikisi aynalı sazan olmak üzere 5 tane,yaklaşık birer kiloluk balıklar avlamıştı.Gölette gecelemek konusunda bir türlü karar veremiyordu.Ertesi günü pazardı ve yeteri kadar yiyeceği vardı.En azından birkaç tane daha balık avlayabilirdi.Ancak içine düştüğü ikilemi bir türlü yenip ne yapacağına karar veremiyordu.Gölet çevresindeki diğer balıkçılara baktı,bazıları gitme hazırlığı yapıyorlar,bazıları da çilingir sofrasını kurmuş yavaş yavaş demleniyorlardı.Kararını vermişti o da kalacaktı,cebinden telefonunu çıkartıp karısına gölette kalacağını bildirdi.Eşinin bu haberden memnun olmadığı verdiği “peki” yanıtından belliydi.Akşam yemeği için bir şeyler hazırlamak gerekiyordu.Yakınındaki motosikletli balıkçıya,gece kalıp kalmayacağını sordu.Ondan aldığı “kalacağım” cevabına nedense çok sevindi.Göletin kenarına indi livarı kıyıya çekip içinden bir balık aldı diğerlerini livarla birlikte tekrar gölete saldı.Onu seyre gelen motosikletli balıkçıya arabasında ki salata yapılacak malzemelerin yerini tarif etti,kendisinin balığı temizlerken onunda salata yapmasını istedi.

Bir müddet sonra sofraları hazırdı.Küçük aygaz ocağındaki balık ta kızarınca her şey tamam olacaktı.Sofra gerçekten zengindi.Nefis bir salata,beyaz peynir,böreğin yanı sıra Motosikletli balıkçının getirdiği domates soslu biber,patlıcan,patates kızartmalarına ilaveten güzel olduğu rengi ve kokusundan anlaşılan birde kavun vardı.Nar gibi kızaran balığı naylon tabağa alıp tam ortasından ikiye böldü,yarısını da diğer tabağa koyup onun önüne sürdü.Sonra,termos görevi yapan ve içinde buz da bulunan çantadan çıkardığı küçük rakıdan çay bardaklarına birer kadeh koydu.İşte şimdi herşey tamamdı ve sıcak bir sohbetin eşliğinde yemek başlamıştı.Konu tabi ki balıkçılıktan başka ne olabilirdi ki,çünkü ikisininde hobisi buydu.Balıkçılıkla ilgili uzak ve yakın ne kadar anı varsa hepsi ortaya dökülmüştü.Ara sıra alarmları çalan oltalara bakılıyor,tutulan balıklardan limitlere uyanlar livara uymayanlar ise tekrar gölete salınıyordu.

Vakit hayli ilerlemiş,ikisininde uykusu gelmişti.Birbirlerine iyi geceler dileyip biri arabasının arka koltuğuna,öbürüde uyku tulumunun içine girerek uykuya çekildiler.

Cep telefonunun alarmı çalmağa başladığında saat sabahın 5 ini gösteriyordu.El yordamı ile bulduğu telefonunu susturduktan sonra, bir süre,uyuşan sol ayağını ovdu.Sırtı,omuzları,beli,kolları her tarafı ağrılar içindeydi.Pişman oldu kaldığına,oysa şimdi evindeki sıcacık yatağında rahat rahat uyuyor olacaktı.Güçlükle doğruldu,terliklerini ayağına geçirip arabanın kapısını açarak dışarı çıktı.Bir iki defa gerindi,kollarını bacaklarını hareket ettirdi,bol oksijenli tertemiz hava ile ciğerlerini defalarca doldurup boşalttı.Tembel adımlarla oltalarına doğru yürüdü.Üç oltasına takılan balıklardan ikisini tekrar gölete diğerini ise livara bıraktı.Tüm oltalardaki yemleri değiştirip,sabah ayazı yemiş gölet suyunda ellerini ve yüzünü güzelce yıkayıp arabasına dönerken motosikletli balıkçının yaktığı ateşin üzerine koyduğu çaydanlığı gördü.Hem elleriyle işaret ederek ve hemde “hadi gel” diye kahvaltıya çağıran motosikletli balıkçıya eliyle tamam işareti yapıp arabasındaki kahvaltılıkları alarak sofraya yöneldi.

Odun ateşinde demlenen sabah çayı ile kahvaltı yaparken göletin etrafındaki hareketlilik epeyce artmış,günlerden Pazar olması,balık avı meraklılarını gölete çekmişti.Bazıları oltalarını suya atmış kahvaltısını yapıyor,bazıları ise oltalarını yemleyip atmağa çalışıyorlardı.Balıkçı bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da gölün etrafındaki devinimi izleyip motosikletli balıkçı ile laflıyordu.Bir anda kulağına sürekli çalan zil sesi geldi,hemen oltalarına baktı.Ayni sesi duyan motosikletli balıkçı “senin oltalarına balık geldi,ne duruyorsun kalkıp baksana”dedi.Hızlı adımlarla oltalarının yanına gelen balıkçı,kamışın bir tanesinin yuvasından çıkıp yere düştüğünü gördü.Kamışı yakalayıp yukarı kaldırmağa çalıştı,fakat belli bir yerden sonra kaldırması mümkün değildi.Oltasının bir köke takıldığını düşündü canı sıkıldı.Bir iki defa zorladı ama değişen hiçbir şey yoktu.Makineye bir kulaç bile misina saramamıştı.Kopartmaktan başka çare görünmüyordu.Tam bunları düşünürken ,oltada bir hareketlilik ve kamışta aşırı bir zorlama hissetti.Heyecandan tüm bedeni titredi,evet oltasında balık hemde büyük bir balık vardı.Kamışı bırakıp,80 lik misina bedenini yakaladı,bütün gücüyle misinayı asılıyor bir yandan da motosikletli balıkçıya “büyük kepçeyi getir”diye bağırıyordu.Motosikletli balıkçı koşarak kepçeyle birlikte yanına geldi.Balıkçının zorda olduğunu görünce ikisi birden sarıldılar misinaya,fakat çekmekte çok zorlanıyorlardı.Av ile avcı arasında yaşanan bu amansız mücadeleyi şimdilik av yönetiyordu.Avın izin verdiği kadar çekilebilen misina balığın bir hareketi ile eski konumuna dönüveriyordu.Büyük bir mücadele veriliyordu.Heyecandan dili damağı kuruyan balıkçı,sürekli “alalım bunu,alalım bunu”diye ayni sözleri yineliyordu.Etraftan bu mücadeleyi gören bir kaçı da onların yanına gelmiş,her biri çeşitli öneriler sunuyordu.Kimisi,iyice yorun başka türlü alamazsınız,kimiside,çekmeğe devam boşluk vermeyin yoksa kaçırırsınız gibi laflar ediyordu.Neredeyse dizlerine kadar suya giren iki balıkçı da büyük bir uğraş veriyorlardı balığı çıkartmak için.Avuçları ve parmak eklemleri misina çekmakten cayır cayır yanıyordu ama bir türlü sonuca ulaşamıyorlardı.Her ikisininde gömlekleri terden sırılsıklam olmuştu.Birbirlerinin yüzlerine baktılar ve tekrar yüklendiler misinaya.Bu defa sanki daha kolay çekiyorlardı.Bir müddet sonra 50 metre önlerinde suyun yüzünde balığın sırt yüzgeçleri belirdi,çok büyük bir sazandı.Ve artık bu amansız mücadeleyi balıkçı kazanmıştı.Tüm bedeninde bir rahatlık hissetti,heyecan,yerini sevince bırakmıştı ki balık dönerek iri kuyruğunu olanca gücüyle suya vurarak dalışa geçti.İki balıkçı da,çaresiz balığın bu ritmine uymak zorunda kaldılar.Çektikleri misinanın yarıdan fazlası göletin sularının içine doğru gittikten sonra durdu.Tekrar çekmeyi denediler.Bir iki kulaç çekilebilen misina artık gelmiyordu.Biraz daha zorladılar ama boşuna.Bedenin gerginliğini boşlamadan beklemeye başladılar,yaklaşık bir dakika sonra tekrar çekmeğe çalıştılar fakat gayretleri sonuç vermiyordu.Ve aniden misina boşaldı,birbirlerine baktılar,balıkçı sapsarı kesilmişti,misinayı tutan parmakları gevşedi,omuzları düştü neredeyse ağlayacak gibiydi.Yavaşça geriye döndü kenara oturdu,başını iki elinin arasına alıp hüzünlü gözlerle etrafına bakıyordu.Motosikletli balıkçı çektiği oltanın kurşunundan tutmuş iğnelerin halini gösteriyordu balıçıya.İğneleri gören balıkçı bir daha sarsıldı.Çünkü 5 iğneden biri kösteği ile yoktu,bir tanesi dümdüz olmuş,bir tanesi düze yakın açılmış ve ucunda balığın alt dudağından kopma dudak kıkırdağının büyük bir parçası sallanıyor,bir tane oltası da yarıdan kırılmıştı.Etraflarına toplanan balıkçılardan çeşitli yorumlar geliyordu.Kimisi balığın 30-40 kilo olduğunu ,kimisi kalama vermemek gerektiğini söylüyorlarsa da balıkçı bunların hiç birini duyacak halde değildi.Kalktı oltalarını topladı ve savaş meydanında kaybetmiş bir komutan gibi başı öne eğik,üzüntülü bir şekilde arabasına doğru yürümeğe başladı.

24 Nisan 2007

ÇOCUKLARIMIZDAN ÖZÜR DİLİYORUM.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı hepimize kutlu olsun,sevgili dostlar. Tüm ulusal bayramlarda olduğu gibi,bu bayramda kutlamaları seyredebilmek ve biraz da nostalji yaşayabilmek amacıyla törenlerin yapıldığı alana gittim.Her taraf tıklım tıklım doluydu,kalabalık içinde bende kendime bir yer bulup minikleri seyre koyuldum. Rengarenk giysilerle bir çiçek denizini andıran,cıvıl cıvıl görüntüler içerisindeki çocuklarımızı görmek insana gerçekten gurur veriyordu.Yarının ümitleri olan bu yavruların gözlerindeki riyasız sevginin,yüzlerindeki o saf gülücüklerin hiç eksik olmamasını arzu ediyordu insan.Aydınlık yüzleri ile görev bilinci içinde okudukları şiirleri ve tüm içtenlikleriyle avaz avaz söyledikleri şarkıları dinlerken,benliğimi tutsak alan duygu selinin çıkmak için göz pınarlarımı zorlamasına engel olamadım.Peki tüm bu güzelliklerin yanı sıra biz büyükler olarak gelecek için iyi bir ortam sağlıyabildikmi acaba.Ben bu konuda üzülerek "Evet" diyemiyeceğim.Çünkü, doğduğu andan itibaren binlerce dolar borçla hayata merhaba diyen,Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve ınkilaplarının hiç birini doğru dürüst koruyamadığımızdan,onlara yaşanılası bağımsız bir ülke yerine dışa bağımlı bir ülke bıraktığımızdan dolayı gerçekten üzgün ve karamsarım.Ülkemin bu duruma gelmesinde elimde olmayan nedenlerle benim de dahlim olduğu için çok mutsuzum.Onlara,"size iyi bir miras bırakamadığımız için özür dilerim"de diyemiyorum.Çünkü bana soracakları"Niçin'e"verebilecek yanıtım olamıyacaktır.Ve onlar bu kısır döngü içinde yaşamlarını sürdürebilmek için verecekleri amansız mücadelede bana küfretseler herhalde haksız sayılmazlar.Oysa, 92 yıl öncesi bizim bağımsız yaşayabilmemiz amacıyla emperyalist güclere karşı,dünyada bir örneği dahi bulunmayan mücadelede dökülen kanlar üzerine kurulan ülkeme ben sahip çıkamadığım için tekrar tekrar özür dilesem beni affedeceklerini hiç sanmıyorum. Fakat,ben yine,başta,Büyük Atatürk olmak üzere tüm çocuklarımızdan,63 yıllık yaşamımın büyük bir aymazlık içinde geçtiği için binlerce defa özür diliyorum.Lütfen beni affedin.Affetmek büyüklüğün şanındandır. Sizlerinki kadar saf olmasa bile, sevgi ile, yaşam pırıltısı dolu gözlerinizden öperim sevgili çocuklar. Yücel SULAR

23 Nisan 2007

UMUDUN BİTTİĞİ AN (1)

Kasabanın balıkçılarına parasal yönden zarar veren büyük fırtına geçeli yaklaşık dört yıl olmuştu.Tamamen unutulmasa bile, ara sıra kahve sohbetlerinde konuşulduğu oluyorsa da eski heyecanından eser yoktu.Sohbet edenlerin, o günkü izlenimlerinden belleklerinde kalan olayın mizahi yönüydü.Oysa,fırtınanın ilk yıllarında “O gün”bir milat olmuştu sanki.Herhangi bir oluşum anlatılacağında Fırtına dan önce veya fırtına dan sonra diye gün belirtilirdi.Kasabaya yeni gelenlere tüm fırtına gecesi baştan sona en ince ayrıntılarına kadar anlatılır ve bu konuda yorumlar yapılırdı.Üzerinden zaman geçtikçe herşey gibi o da unutuldu gitti.

Fakat ,fırtınayı her an için belleklerde tazeleyen bir Mustafa faktörü vardı.Kasabada kim Mustafa’yı görse ister istemez o geceyi anımsıyordu.

Mustafa o günden beri hiçbir işin ucundan tutmadığı gibi fırtına gününde ki yaşamına aynen devam ediyordu,tabi buna yaşamak denirse .Yağmur,çamur demeden hergün barınağa geliyor ve en son balıkçı teknesi barınağa girinceye kadar mendireğin üstünde bekliyordu.

Bakımsızlıktan yuvasına çökmüş mavi gözlerinin etrafında siyah halkalar oluşmuş,yıllardır berber koltuğu görmeyen saçları neredeyse beline kadar uzamış,sakalları ise göbeğini bulmuştu.Bakımsızlık ve kirden birbirine karışan yapış yapış olmuş saç ve sakalından yüzünde sadece elmacık kemikleri ile burnu görünüyordu.Bıyıklarının tamamen kapattığı ağzını bile görmek mümkün değildi.Sırtında,hiç çıkartmadığı eski asker kaputu benzeri paltosunun etek kenarları lime lime olmuş, yaka ve kol ağızları ise kirden renk değiştirmişti.Önünden iki düğmesi kopmuş pantolonu ve çorapsız ayağına giydiği kara lastikleri kıyafetini tamamlıyordu.Tek aksesuarı ise başındaki şapkasıydı.Yine kimseyle konuşmuyor ve yine arkadaşlarının balığa çıkma teklifleri havada kalıyordu.Bazen balık dönüşü teknelerden verilen balıkların bile yüzüne bakmıyordu.Barınağa her gelişinde mendirekteki yerine çıkmadan,teknesinin demirli olduğu yere takılıyordu gözleri.Boş ve anlamsız bakışlarla dakikalarca bıkıp usanmadan bakıp,ara sıra başını iki tarafa sallayarak mendirekteki yerine gidiyordu.Fakat eskisi gibi kimse yadırgamıyor ve umursamıyordu bu hareketlerinden dolayı Mustafa’yı.Sadece anası ve babası,birde eski halini çok iyi bilen arkadaşları vahsınıyorlardı. Gerçek Mustafa tabi ki bu değildi.İri mavi gözler,dalgalı kestane rengi saçlar,düzgün bir ağız burun ve sırım gibi bir vücutla yakışıklı bir delikanlıydı.Halbuki şimdi öyle mi ya....

Ailesi birkaç kez doktora götürdükleri halde hiçbir olumlu gelişme olmadı.Tavsiye üzerine yakın çevrede bulunan hocalara da götürüldü,çeşitli muskalar yazıldı,dualar okundu fakat yine de eski hamam,eski tas,değişen hiçbir şey yoktu.Peki sonu ne olacaktı,bu işin birde yaşlılığı vardı.Hernekadar şimdilik annesi babası bakmağa çalışıyorlarsa da gelecekte onlar bu hayattan göçtüklerinde ne olacaktı,kim bakacaktı Mustafa’ya geçimini kim sağlayacaktı.Annesinin, geceleri uykusunu kaçıran ,tedirgin eden üzen tek konu bu idi.Ara sıra kocası ile dertleşip çözüm aramalarına rağmen hiçbir sonuca ulaşamıyorlardı.Acaba Mustafa’da annesinin bu durumunu görüp kendi geleceğini düşünüyormuydu? Tabi ki düşünüyordu o da biliyordu ki bu şekilde yaşamanın sonu yoktu.Çok sıkıldığı zamanlarda ölümü kurtuluş olarak seçmek istemiş lakin cesaret edememişti.Hayatla olan bağlarını bir parça olsun yenileyebilseydi her şeyin değişeceğini düzeleceğini bildiği halde,yüreğinde sürekli ağlayan hüzünlü çocuğu susturamadığı için yaşamına dört elle sarılamıyordu.Oysa o çocuğa hükmedebilse veya hükmetse her şey düzelecekti.Ayrıca tüm yaşamını kötü kaderine bağlamış ve bunun ne yaparsa yapsın hiç değişmiyeceğine inandırmıştı kendini.Bunun için hiçbir çaba gösterme gereği duymuyordu.

Fakat son üç aydır,azda olsa hareketlerinde bazı değişiklikler gözleniyordu.Örneğin;ilçeye Pazar kurulan Çarşamba günleri barınağa gitmiyor,Pazar yerinin girişi sayılabilecek bir yerde cami duvarının dibine oturuyor,pazar dağılıncaya kadar gelen geçeni seyrediyordu.Arada kendisine laf atanları cevaplamasa bile gülerek karşılık veriyordu.Bu değişikliğin sebebi neydi,herkes kendine göre bazı cevaplar buluyorsa da sonunda bulduğu cevaptan kendisi bile tatmin olmuyordu.Ve bir gün,gören herkesi şaşırtan bir olay daha gerçekleşti.Mustafa’nın ,yıllardır kesmediği ve kirden birbirine yapışmış saç ve sakalından eser yoktu.Yüzü gözü meydana çıkmış,giysileri eski olmasına rağmen bir adam kılığına girmişti.Yanından geçen herkese gülerek başı ile selam veriyordu.Görenler bu durumu hiç te hayıra yormuyor,”Sonunda kafayı yedi zavallı”diyorlardı.Fakat Mustafa’nın gerçekten de öyle bir hali yoktu.Şimdi, kasaba halkı daha da meraklanır olmuştu Mustafa’daki gelişmelere.Sebep neydi böyle olmasına ,oysa 4 yıldır yaşama tamamen küsmüş bir kişiyi geriye döndüren sebep ne olabilirdi ki.Gerçi yaşama dönmesine tanıyan tanımayan herkes sevinmişti ama sebep neydi.....Mahalle komşuları sürekli anasını şıkıştırıyorlardı “nerede buldun bunun çaresini”diye.Kadın ne kadar haberim yok dediyse de kimseyi inandıramıyordu.Bu sorulardan çok sıkılan kadın,oğlunun tekrar yaşama dönmesine bile doyasıya sevinemiyordu.Ve bir gün asılsız bir senaryo üreterek “rüyasında aksakallı bir dede gördüğünü,onun önerisi ile guz yakadaki bir çeşmeden su aldığını ve bu suyu Yukarıbelen köyündeki hocaya okutup 7 gün süreyle Mustafa’ya içirdiğini sonunda da Mustafa’nın düzeldiği”yalanını söyledi.Bu haber ağızdan ağıza dolaştı,çeşmenin ünü kasabayı aştığı gibi tüm yakın çevreye de yayılmış oldu.Artık her derde deva olan bu çeşmenin suyundan almak için millet kuyruğa giriyordu.Mustafa’nın iyileşme sebebi yalan da olsa öğrenilince kasaba halkı epeyce rahatlamıştı.

İlçenin ileri gelen esnafları kendi aralarında toplanıp Mustafa’nın iyileşmesi şerefine onu tepeden tırnağa donatmak için harekete geçtiler.Elbiseler alındı iç çamaşırları çorapları ve ayakkabısı tamamen yenilendi.Ve bir Çarşamba günü Mustafa bunların hepsini giyip pazarın yolunu tuttu.Her zaman oturduğu cami duvarının dibine geldi,fakat bu defa yeni giysileriyle yere oturmadı kahveden aldığı sandalyeye kurulup gelen geçeni seyre koyuldu.Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra yanına arkadaşlarından Halit geldi,bir müddet bakıştılar daha sonra Halit “gel benimle” dercesine koluna girdi,Mustafa gitmemek için biraz olmazlandı ise de fazlaca ısrarcı olmadı.Hiç konuşmadan ilçedeki tek restoranın kapısından içeri girip bir masaya oturdular.Halit gelen garsona gerekli siparişleri verdi,ilk kadehler yudumlanırken Halit “anlat bakalım şu dört yılı ve son gelişmeleri, neler oluyor neydi o hallerin”dedi.Mustafa masaya diktiği gözlerini yavaşça kaldırıp,yıllardır ilk defa ağzını açtı ve “bana geçmişi sorma,çünkü olanların sebebini ben de bilmiyorum,fakat bugünü sorarsan onu anlatabilirim”dedi.Halit’in içini bir sevinç kapladı,dört yıldan beri kimseyle konuşmayan Mustafa ilk defa onunla konuşuyor ve Mustafa’daki değişikliği ilk olarak kendisi dinleyip öğrenecekti.Mustafa,aylardan beri kendisinde büyük değişik yapan olayı birileriyle paylaşmak için can atıyordu,fakat başta annesi olmak üzere, dört yıldır, konuşmadığını bilenler sormağa cesaret edememişlerdi.

Mustafa kadehinden bir yudum daha aldıktan sonra,bu konuşmanın aralarında kalacağına dair Halit’ten söz alıp başladı anlatmağa;”Üç buçuk ay önce bir Çarşamba günü,herzamanki gibi limana gitmek üzere evden çıktım.Pazar yerinden geçerken kimin nesi olduğunu ve ismini bile dahi bilmediğim bir kadın gördüm,dikkatlice bakınca parmağında yüzüğü olmadığını farkettim,demek ki evli değildi.İçimde bir kıpırtı oldu,heyecanlanmıştım,yüreğime ılık ılık bir şeyler akıyordu,içimdeki durmadan ağlayan çocuğun sesi de keşilmişti,ne oluyordu bana, daha ilk defa gördüğüm bir insan beni neden bukadar etkilemişti.Ve ondan sonra her hafta onu görebilmek ümidiyle pazara gidip bekledim.Göremediğim haftalar gerçekten çok üzülüyor ve özlüyordum.Fakat içinde bulunduğum durumu da biliyordum,bu şartlar altında onun dikkatini çekebilmem mümkün değildi, Mutlaka bir şeyler yapmam gerekiyordu.Ne yapabilirdim ki?Herkes bana deli gözüyle bakıyordu,bu bakışı değiştirebilmem mümkünmüydü.Eğer bu duygu, karşılıksız da olsa AŞK ise bu “deli” imajımı silmem gerekiyordu ama nasıl?..Günlerce düşündüm ve sonunda traş olmakla başladım işe,işte sonunda şimdiki gibi karşındayım ve ilk defa seninle konuşuyorum.Şu an için bir başkasına da anlatmam mümkün değil çünkü,hiçbir işin ucundan tutmuş değilim ve yıllarca yaşadığım o sorumsuz hayatın etkisini biranda üzerimden atabilmem olanaksız.Zaman içerisinde kurtulacağımı biliyorum amma bu ne kadar sürecek, onu kestirebilmeyi çok isterdim fakat içinde bulunduğum psikolojik ortamda bu çok zor.” Anlatılanları sessice dinleyen Halit “Peki ne yapmayı düşünüyorsun,mutlaka aklından geçen bir şeyler vardır.Hem sonra şu kızı bende merak ettim uygun bir zamanda bana gösterebilirmisin?belki benim bir tanıdığım olabilir”dedi.Aralarında ki sohbet geç vakte kadar devam etti.Birbirlerine veda ederek ayrıldıklarında saat gecenin 1 i olmuştu.Mustafa eve geldiğinde anasının yatmadığını görünce biraz da onunla konuştu, geçmişten ve gelecekten hiç bahsetmediler,sanki o olanlar hiç yaşanmamıştı.

Sabahleyin sahile indiğinde Hasan reis karşıladı kendisini.Ayaküstü birkaç kelime konuştuktan sonra kahveye gittiler.Çaylar yudumlanırken dereden tepeden bir sohbet başladı aralarında.Hiç birisi ve bilhassa Hasan reis geçmişten bahsetmemeye özen gösteriyordu.Reisin amacı Mustafa’ya yardımcı olabilmekti,çünkü Mustafa’nın kalitesini iyi biliyordu.Bir ara “benimle çalışırmısın Mustafa”deyiverdi,Mustafa reisin gözlerinin içine bakarak ve heyecanla”ciddimisin reis “dedi.O gece Hasan reisin 16 metrelik teknesinin kulesinde iki kişi vardı.Bunlardan birinin heyacandan ve sevinçten neredeyse kalbi duracak gibiydi.Tabi ki bu Mustafa’dan başkası değildi.On onbeş gün bu böyle devam etti.Yine bir gün teknenin kamarasında sohbet ederlerken Hasan reis;”Mustafa görüyorsun ben 60 yaşına geldim,deniz artık beni eziyor, ayrıca geceleri romatizma ağrılarından gözüme uyku girmiyor,ben biraz dinlenmek istiyorum,kasabada da bu işi senin kadar iyi bilen birileri varsa da hiç birine senin kadar güvenmem.Beni biraz dinlendirirmisin?arada ben sana yine yardımcı olabilirim”diye bir teklif sundu.Mustafa ilk anda şaşırdı,ne diyeceğini bilemedi heyecandan dili damağı kurumuştu.Titreyen bir sesle “Hasan abi,çok sağol fakat ben yıllardır bu işten ayrı kaldım,sende çok iyi biliyorsun ki,deniz hata affetmez.Ayrıca bana teslim edeceğin malının değeri ise benim kaldıramıyacağım büyüklükte,bu sorumluluğa şimdilik girebileceğimi sanmıyorum.”dedi.Fakat Hasan reis pes edecek gibi görünmüyordu,sonunda da Mustafa’ya bu işi kabul ettirdi.

Bu anlaşma kasabaya çabucak yayıldı,yayıldı ama ,Başta Hasan reisin aile efradı olmak üzere bir çok kişinin karşı çıkmasına rağmen değişen hiçbir şey olmadı.Ve bir akşam üstü Mustafa heyecan,korku ve telaştan bacakları titreye tıtreye iskeleden yürüyerek tekneye çıktı,teknedekilere selam verip kuleye ulaştığında eli,ayağı buz gibi olmuş, ayaklarının titremesine bir türlü mani olamıyordu.Bir yudum su içti,herşey çok iyi olacak diye geçirdi içinden.Başını cevirip komut bekleyen tayfalara “Herşey hazırmı uşaklar demir alıyoruz ha”dedi.Aşağıdan tamam cevabını alınca titreyen parmakları kontak anahtarını çevirirken avazı çıktığınca RASGELE ALLAH UTANDIRMASIN diyebildi.

Yücel SULAR

09 Nisan 2007

Umudun Bittiği An

Eylül ayının öylesine günlerinden biriydi. Güneş son ışıklarını yeryüzüne göndermege çalıştığı bu saatlerde iskelede pek çoğu amaçsız bir telaşı görmek için mutlaka gözlemci olmaya gerek yoktu.Bazıları ciddi olarak gece için teknelerini hazırlarken bazıları ise sözde yardım eder gibi görünüp akşama teknede kendilerine bir yer ayarlayabilmenin ince hesaplarını yapıyorlardı.Her ne kadar her teknenin tayfası belli idiysede yine de bir “acaba” gibi bir ümit vardı içlerinde.Çünkü bu kişiler için yıllardır hayallerini süsleyen ve bu güne kadar gerçekleşmesi mümkün olmayan fakat “Belki leri”olan ümitsiz bir ümitti bu.Aslında geçmiş yıllarda onlar da bir balıkçı teknesinin tayfalarıydılar.Herkes gibi sezon sonunda paylarını alıyorlardı,ancak hayalleri öyle büyüktü ki aldıkları paylarla bunların gerçekleşmesi söz konusu bile olamazdı.İşte bu nedenle sık sık tekne değiştirmeleri, sonunda onları işsiz bıraktı.Bazen birkaç günlüğüne balığa çıkabiliyorlarsa da sonuç, geçmiş senelerden çok daha kötüydü.Oysa pek çoğu, yıllarca kendisinin reisi olacağı yeni bir takım düzebilmenin düşünü kurmuştu ama, yoksulluk bırakmıyordu yakalarını.İlçedeki bankaya da müracaat edilmişti kredi için,fakat açılacak kredi karşılığı istenilen teminatı bulabilmek mümkün değildi.Bazıları kaderlerine razı olup denize olan tutkularını erteleyerek yerin yüzlerce metre altında balıkçılık hayalleri kurarak kömür çıkartmağa gitmiş,bazıları ise inatla balıkçı barınağında son tekne denize açılıncaya kadar beklemeyi yeğlemişti.Günün birinde mutlaka onlarında bir tekneleri olacaktı ama ne zaman?İşte bunun cevabını verebilmek onlar için çok ama çok güçtü.

Bunların haricinde birisi daha vardı ki onun kaderi hiç birine benzemiyordu.Ümitlerini tam gerçekleştireceğine inandığı anda herşey tersine dönmüş durumu, onlardan çok daha beter olmuştu.İşte Mustafa’nın öyküsü böyle başlamıştı.

Çalışanları, mendirek duvarının dibine çökerek saatlerce bıkmadan izleyen Mustafa ,son tekne de denize açılınca mendireğin üstündeki her zamanki yerine çıkıp oturdu Gömlek cebinden bir sigara çıkarıp yaktı derin, derin birkaç nefes çektikten sonra karanlığın içindeki tekneleri görebilmek gayretiyle lacivert sulara dikti gözlerini. Teknelerin makine sesleriyle tatmin olmuyordu,mutlaka onları görebilmeli, o an için teknenin içinde yaşananlara ortak olmalıydı.Ama boşuna,boşuna bir uğraş veriyordu,çünkü onları görebilmenin mümkün olmadığını o da biliyordu,fakat içindeki belki yi atabilmesi olanaksızdı.

Mustafa, fakir bir ailenin ikinci çocuğuydu.Babası bu küçük ilçede ayakkabı tamirciliği yaparak ailesine bakmağa çalışıyor,annesi de bazen zengin ailelerin ev işlerine giderek aile bütçesine katkıda bulunuyordu.Kendisinden beş yaş büyük olan ağabeyi ilkokulu bitirdikten sonra uzun süre demirci çıraklığı yapmış daha sonra madende çalışmaya başlamıştı.Mustafa’nın tek aşkı denizdi, onsuz bir yaşamı hayal bile edemiyordu.Bu nedenle ilkokul bitince tüm günlerini deniz kenarında geçirir oldu..Babasının ısrarı ile girdiği berber çıraklığına sadece bir hafta dayanabilmişti.Çünkü onun hayali berber olmak değil,kendi alamanası ile namlı bir balıkçı olup anne ve babasını bu yoksul yaşamdan kurtarmaktı.Yıllar bu hayallerle geçti.17 yaşında büyük bir balıkçı teknesine tayfa oldu.Dört yıl yılmadan ve bıkmadan bu teknede çalıştı hemen, hemen balıkçılığının tüm inceliklerini öğrendi.Artık kendisi de bir balıkçı teknesinin reisliğini yapabilecek düzeye gelmişti..Çalıştığının son iki yılı geçmiş yıllara oranla daha bereketli geçtiğinden payına düşen para hiçte fena değildi.Her zamanki gibi, geleceğe hazırlık yapabilmek amacıyla parasının tamamını yine babasına verdi.Askerlik dönüşü tek bildiği ve sevdiği işi yapmaktan başka umarı olmadığından dört pay hesabı ile küçük bir tekneye reis oldu.Reis olma hayali gerçekleşmişti ama yine pay hesabı çalışacaktı,yani arzuladığı tekneye sahip olamamıştı.Ancak bir sezon çalışabilmişti bu teknede,tekne sahibi ile pay bölüşümü yüzünden kavga edince işi bıraktı.

Mümkünü yoktu mutlaka bir tekne alması gerekiyordu.Babasında biriktirdiği para ile ancak 6,- 6,5m.büyüklüğünde 10 hp.motor gücünde bir tekne alabiliyordu.Günlerce düşündü en sonunda tekneyi almağa karar verdi, zaman içerisinde büyütürüm diyordu.Nihayet küçükte olsa onunda bir teknesi olmuştu.Harç borç birde voli ağı alıp tekneye koyduktan sonra bulduğu üç tayfa ile balıkçılığa başladı.İşleri hiçte fena değildi,gündüz çapara balıkçılığı geceleri de ağ balıkçılığı yapıyordu.Böyle giderse iki üç yıl sonra hayaline kavuşabilirdi.Bu heyecanla gece gündüz demeden çalışıyordu.

Bir balık dönüşü,teknesini yapılmakta olan balıkçı barınağında büyük bir taşa bağlayarak demirledi.Akşam üstü çıkan karayel gittikçe hızını arttırdığı için gece balıkçılığı olmayacaktı.Bir müddet sağda solda oyalandıktan sonra eve gitti.Gecenin ilerleyen saatlerinde evin kapısı kırılacakmış gibi vuruluyordu,kapı sesine önce annesi sonra da Mustafa kalkmıştı.Dışarıda öyle bir fırtına vardı ki kapıyı bile zor açtı.Gelen arkadaşı ile kısa bir konuşma geçti aralarında, telaşla yukarı çıkıp giyindi.Askıdan yağmurluğunu sırtına alıp sokağa fırladı.Arkadaşı ile beraber fırtınaya karşı yürümeğe çalışıyorlardı.Fakat adım atmanın bile güç olduğu bu ortama birde sağnak yağmur eklenince 700-800 metrelik yolu 15 dakikada alabilmişlerdi.Gecenin sabaha yakın bu saatinde sahilde büyük bir kalabalık toplanmıştı.Herkes bir şeyler söylüyordu ama fırtınanın etkisiyle söylenenleri anlamak mümkün değildi.Aslında söylenenler Mustafa’yı hiçmi hiç ilgilendirmiyordu.O sadece kayığının derdine düşmüştü. Yaklaşabildiğince yaklaştı kıyıya, daha ileri gitmesine, sandal çekek yerine kadar gelen ve buradan yola çıkan dev dalgalar engelliyordu.Yapımı devam eden balıkçı barınağına baktığında köpüren denizden başka hiçbir şey görünmüyordu. Mendireğe dökülen tonlarca ağırlığındaki büyük kayalardan eser yoktu, yaklaşık 250 metre uzunluğundaki mendirek sanki hiç yapılmamıştı.O an bir ateş düştü yüreğine ,büyük bir olasılıkla teknesi batmıştı, ümitleri ve geleceği ile birlikte denizin dibinde yatıyordu.İnşallah böyledir diye düşündü.Hiç olmazsa fırtına durduğunda çıkartıp tamirini ve bakımını yapabilirdi.Ya azgın dalgalar tekneyi önüne katıp taştan taşa vurup parçaladı ise.Bu olasılığı düşünmek bir yana aklına getirmek bile istemiyordu.Çünkü o tekne tüm yaşamı, hayalleri ve tek ümidiydi.Onu elde edebilmek için yıllarca el kapılarında ölesiye çalışmış,aşağılanmaya horlanmaya ve küfürlere hiç sesini çıkartmamış hayalleri için hep sabretmişti.

Korkunç dalgalar tüm ümitlerini götürdüğü gibi tüm dünyasını da karartmıştı.Her şey bitmişti onun için.Dikildiği yerden boş gözlerle devamlı bir noktaya bakıyordu.Sağnak yağmur ve fırtına umurunda bile değildi,çünkü içinde kopan fırtınanın tarifi mümkün değildi.Boğulacak gibi oluyordu.Haykırmak bağırmak yaşadıklarına isyan etmek istiyordu ama hepsi boştu.Dikildiği yere kadar gelen ölü dalgalardan kasıklarına kadar ıslandığı halde umursamıyordu bile,sanki bacakları kendisine ait değildi.Bir müddet sonra omuzuna dokunan el ile kendisine geldi.Bu el teknedeki tayfalarından Adem’e aitti.Adem sessizce Mustafa’nın koluna girdi,ölü dalgaların ulaşamadığı yere kadar gerilediler.Sessizliği Adem bozdu ;

-Belki sadece batmıştır,fazla hasar yoktur be reis, diyebildi.Tüm konuşma bu cümle ile bitmişti.

Şafak söküyordu ama fırtınanın dineceği yoktu.Sanki Mustafa’nın teknesinin parçalanmamış kısımlarını da kırmak dökmek istiyordu.Mustafa yavaşça oturduğu yerden kalktı arada bir arkasına baka baka sahilden ayrıldı,hiçbir yere uğramadan doğruca eve gitti.Tam iki gün sokağa dahi çıkmadığı gibi merak edip ziyaretine gelenlerle bile görüşmedi.Üçüncü gün sabahı erkenden çıktı.Doğruca sahile indi,fırtına dinmişti fakat mendirekten eser yoktu.Teknesini demirlediği yeri bile tahminde zorlandı.Kıyıdaki kayıklardan birini çözdü kürek çekerek teknesini demirlediği yere geldi.Çok dikkatli bakmasına rağmen tek gördüğü ,suyun dibindeki, fırtınadan yuvarlanmış mendireğin devasa kayalarıydı.Günlerce ayni yeri defalarca aradığı halde teknesiyle ilgili en ufak bir bulguya dahi rastlayamadı.

Fırtınadan 10-12 gün sonra bir arkadaşı “mendireğin içinde voli ağının mantar yakasının su üstüne çıktığını”bildirdi.Bu ağ onun ağı olabilirdi.Arkadaşı ile birlikte kayıkla voli ağının bulunduğu yere gittiler.Mustafa mantar yakayı tutup çektiğinde sadece birkaç kulaç kadar gelebildi.Tüm çabalarına rağmen ağı çekmek mümkün görünmüyordu.Ağın su içindeki kısmını gözü ile takip edip baktığında görünen üst üste yığılmış kocaman kayalar ve altında Mustafa’nın volisi.Olduğu yere çöktü başını ellerinin arasına aldı ve hıçkıra hıçkıra,bağıra bağıra ağlamağa başladı.Arkadaşının teselli etme gayreti boşunaydı.

O günden sonra Mustafa,annesi babası dahil hiç kimse ile konuşmadı.Her gün sahile inerek bir kenara oturup saatlerce denize bakıyordu.Sanki bir şeyler bekler gibi bir hali vardı.Bir gün bir mucize olacak,dalgaların yuttuğu teknesi yine dalgalarla geri dönecekti.

Balıkçı barınağının yapımı bittiğinde yılın 365 günü Mustafa’nın mekanı olmuştu.Tüm gününü mendirekte oturup gelen giden tekneleri seyrederek geçiriyordu.Balıkçı arkadaşlarının tüm ısrarlarına rağmen bir gün bile balığa çıkmadığı gibi tek kelime bile konuşmuyordu.Çünkü ümidinin bittiği yerde tüm yaşamla ilişkisini kesmişti.

20 Ocak 2007

Av tutkusu,doğa aşkı...

Yaklaşık 40 yıldır hiç vazgeçemediğim ve bacaklarımın beni taşıdığı müddetçe de vazgeçemiyeceğim hobim var.Gerçi buna hobi demek bile bu tutkuya ihanet gibi geliyor bana.Tüm benliğimi ele geçiren devasız aşk gibi bir duygu.
İlk önceleri sadece avcılık olarak başladığım ve tatil günlerimi değerlendirdiğim bir hobi idi benim için.Ancak zaman içerisinde doğa ile tanışmam ve onunla bütünleşmem bu hobimi doğa tutkusu ile birleştirdi.Av doğa ve ben bir bütünü oluşturduk,artık Eylül ayını dört gözle bekler oldum.Ve o aydan itibaren hemen hemen tüm tatil günlerimi,ben,tüfeğim ve köpeğimle doğada geçirir oldumÖzgürlüğümü,tüm streslerimden arınmış,tüm haftanın yorgunluğunu üzerimden atmış ve doğa ile sohbet etmenin o sonsuz mutluluğu olarak yaşıyorum.Ve her hafta sonu tüm olumsuzlukları geride bırakıp o vefalı dostum doğaya koşuyorum.Bu duyguyu tüm yönleriyle anlatabilmeyi o kadar isterdimki,fakat kelime haznemdeki biirikimlerim bile buna kafi gelmiyor.İşte öylesine bir tutku ve öylesine bir aşk.Doğa ile bütünleştiğimde avın bile ikinci planda kaldığı ,bazı zaman tüm gün boyu bulmağa çalıştığım ava bile tüfek çevirmediğim oluyordu.Ancak ,avın o doyumsuz heyecanını da yadsıdığım söylenemez.O da apayrı bir duygu.Şöyle bir düşlemeğe çalışın,köpeğiniz 20 adım önünüzde av kokusuna girmiş kuyruğunu sağa sola sallayarak işaret veren ,burnunu yerden kaldırmadan çabuk adımlarla bir an önce ava yaklaşmağa çalışan ve ava 2-3 metre kaldığında heykel gibi kaskatı keşilmiş şekilde fermaya duran ve senden yapması gereken işlem için komut beklemesinin avcıya verdiği heyecanın hiç bir şekilde anlatılması mümkün değildir.Ancak bunu yaşayanlar bilebilir.
Doğa ile dostluğumuz bir hayli ilerlemiş o ve ben birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmiş,birbirimiz hakkında sadece bildiklerimizle yetinmeyi öğrenmiştik.(Tabi ki sadece ben) Ta ki Ermenak yaylalarını tanıyıncaya kadar.(Ermenek o yıllarda Konya'nın daha sonra da Karaman ilinin ilçesi olmuş,başta insanları olmak üzere her yönüyle güzel ,yaşanılması ve tanınması gereken bir yöremizdir.)Bu yaylalar ki herbiri birer doğa harikası.Üzerinde yaşayan ve geçen tüm medeniyetlerin kendilerine özgü izlerini şu an bile görebilme olasılığı vardır.Ayrıca yaylalardaki avlakların bereketine daha sonra değineceğim.Şimdi,doğa'nın tanıdığım ve çok mutluluk duyduğum bir başka yönünü anlatmağm çalışacağım.
Memuriyetim dolayısiyle Ermenek'e atandığımda 15 gün içerisinde av ekibini kurduk.Başta veteriner Rıza olmak üzere Bankacı Kemal ve çıftçilik yapan Ali Çayır (1994 yılında Ali Çayır'ı bir mera tartışması yüzünden boşu boşuna yitirdik.Çok dürüst,çok değerli ve çok sevilen adam gibi adamdı.Allah rahmet eylesin) sürekli bu ekiple avlanırdık.Ara sıra Kemal'in gelmediği de olurdu.İşte bu ekiple 1989 yılı eylül ayının bir cuma günü,ertesi günkü av için proğram yaptık.Ve cumartesi sabahı aat 05.30 da yola çıkmayı kararlaştırdık.Her zaman olduğu gibi,akşamdan çantamı,tüfeğimi,giysilerimi hazırladım.Erken kalkacağım için saati kurup erkenden yattım.Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum,uyandım,uykulu gözlerle saate baktım 05.25 idi hemen kalktım giyindim.Gürültüme eşim de kalkmıştı.Av çantama akşamdan yaptığı börek ve kurabiyelerden koydu.Bu arada bende Rıza'ya telefon edip kendisini bankanın önünde bekleyeceğimi,Ali'yede haber vermesini söyledim.Çantamı,tüfeğimi sırtlayıp aşağıya indim.10 dakika sonra Rıza araba ile geldive Ali'yi almağa gittik.Ali'de evden çıkmış geliyordu,Arabaya bindiğinde "-Saatten haberiniz varmı?yoksa sizi evden mi kovdular.Ne işimiz var gecenin bu saatinde yaylada"deyince saate baktım ve gözlerime inanamadım çünkü saat 03.50 idi yani benim saati 05.25 olarak gördüğümde 03.25 imiş.Rıza'da bana güvenip saate bakmayınca yarı gecede yola çıkmış olduk.Saat 04.30 gibi Tekeçatı yaylasında çoban ateşimizi yakmış üzerinede çaydanlığımızı oturtmuştuk.Koyu bir sohbet eşliğinde nefis bir kahvaltı yaptık.Boşalan çay bardağımı doldurup yüksek bir taşın üzerine oturdum.Hem çayımı yudumluyor hemde yaktığım sigaradan nefesler çekerek karanlık Tekeçatı vadisindeki dereyi görmeğe çalışıyordum.Ama ne mümkün,gördüğüm sadece koyu bir karanlık,ara sıra derinden derine suyun sesi duyulabiliyordu.Bir müddet sonra tüm vadiyi dereyi takip ederek ince bir sis tabakası kapladı.Zaman içerisinde yavaş yavaş kalınlaşan sis yükselerek ayaklarımızın altına kadar geldi.Sanki bulutların üzerinde geziyorduk.Sabah olmak üzereydi,alacakaranlığın içinden bir kaç çakal uluması duyuluyordu.Bu seslere karışan başka seslserde duyuluyordu fakat uzak olduğu için ne sesi olduğu anlaşılmyyıyordu.Biraz daha dikatli dinleyince karga sesleri olduğunu anladım.Ve çığlık çığlığa, telaşlı bir karatavuğun sesine diğer bir karatavuk kuşu cevap veriyordu.Artık doğa uyanmağa başlamıştı.Sisin üzerinde tek tük ibibiklerin uçmaları görülebiliyordu.Nihayet,otuduğumuz tepenin öteki yamacından keklik ötmeğe başladı.Sanki cevap ararcasına kısa aralıklarla tüm gücüyle feryat ediyordu ve bir müddet sonra uzaktan yakından beklediği cevap gelmeye başladı.Oldum olası bu sesler beni çok etkilemiştir.Birden bire sesler kesildi,kalabalık bir keklik sürüsünün kanat sesleri eşliğinde keskin ıslıklarla sabah yemine inen sürülerin sesleri tüm vadide yankılanıyordu.İşte,doğa tüm haşmeti ve güzelliği ile uyanmıştı.Hafiften esen sabah meltemi vadideki sisi alıp götürdüğünden oturduğumdan beri meraklı gözlerle baktığım tekeçatı vadisi ve deresi görünmüştü.Gerçekten herkese nasip olmayacak bir manzara seyrediyordum.Karşi tepenin üzerinden güneş kızıllığı belirdi,asırlık ağaçların arasından süzülüp gelen bu ışıklar av zamanının geldiğini bildiriyordu.Büyüsüne kapıldığım bu doğa uyanışından Rıza'nın sesiyle uyandım."Hadi müdürüm keklikler bizi bekliyor,zaman av zamanıdır"ve yeni bir ava başlamak üzere hazırlığımızı yapmağa başladık.HAYDİ RASGELE....................

08 Ekim 2006

Sevgililerim

Bu yazdıklarımın,blogta ilk yazım olmasını çok düşündüm.ancak yanlış değerlendirilebileceği endişesine kapılarak yazmamağa karar verdim.(ne halt etmekse)Fakat onlara karşı beslediğim duygularımın daha fazla içimde kalmasının bir manası olmadığını,eğer yazmazsam kendime karşı dürüst davranmıyacağımı düşünerek yazıyorum.Çünkü toplumumuz genelde Baba erkil ailelerden gelmektedir.Bu tür ailelerde baba çocuklarını çok sevdiği ve bu duygusunu onlara söylemek istediği halde toplumun"ne derler acabasından "soyutlanıp duygularını açığa vuramaz.Tabiki bu sonuçtan o da mutlu değildir,ama dedik ya "ne derler acaba...."
Bende baba erkil bir aileden geliyorum ama herhalde kurallar biraz daha esnekleştiki çocuklarımın yüzlerine,onları ne kadar çok sevdiğimi usanmadan defalarca söyledim ve şimdide herkes bilsin istiyorum."ne gerek varsa".
Öncelikle sevgili karıma çok teşekkür ederim.Bana böyle çocuklar doğurduğu ve yetiştirdiği için.Üç tane kızım var benim.En büyüğü 35 en küçüğü 28 yaşında ama benim gözümde onlar hala korunmaya muhtaç küçük çocuklar gibi.Bu görüşüm tabiki yanlış,fakat gel görki kendime bir türlü anlatamıyorum bunları.Bu nedenle bana kızdıkları bile oluyor,ne yapayım elimde değil.Onların en küçük mutsuzlukları dert oluyor içime ve acabalar hep cevapsız kalıyor.Bir yerleri ağrısa onlarla beraber yaşıyorum bu acıyı.Ne zaman içli bir türkü veya lirik bir şarkı duysam radyoda çocuklarım gelir aklıma ,bir de gurbettelerse gözlerim buğulanır,hasretleri yüreğimi yakar.Ve hiç bir zaman onların da bir hayatları olduğu gerçeğini kabullenemem ve bu gidişle de hiç te kabullenemiyeceğim.Beni affetsinler çünkü sadece bayramlarda onları görebilmek bana yetmiyor.Bu güne kadarki yaşamlarında en küçük bir saygısızlıklarını görmediğim gibi hiç bir zaman yüzümü yere getirecek hareketleri de olmadı.daha ne isterimki.sadece vs sadece kelimenin tam anlamıyle onlarla gurur duyuyorum.Her hangi bir yerde bir sohbette konu olduklarında duyduklarım bana büyük bir mutluluk ve kıvanç veriyor.Sevginin derecesi olurmu bilmem,eğer varsa, onlara olan sevgimi anlatacak kelime bulamıyorum.
Yaradana minnettarım ona sonsuz şükranlarımı sunuyorum ,bana böyle evlatlar verdiği için.
İyiki varsınız,iyiki tanrı sizlerin babası olmayı bana bahşetti çünkü sizler benim yaşama sebebimsiniz.Bir defa daha avazım çıktığınca haykırıyorum herkez duysun "SİZLERİ ÖLESİYE SEVİYORUM"Bir tanelerim.

eXTReMe Tracker